Epistemoloji bilgi irdelemesi üzerine çalışan bir bilim dalı. Etimolojik olarak bakarsak eski yunancada "bilgi konuşmaları" manasına geliyor.
Yani bu bilim dalı, bilginin nasıl oluştuğu ve nasıl oluşturulması üzerine eleştirel çalışma gerektiriyor.
Epistemoloji bilim alanında çalışan kişinin modern dünyaya ayak uydurmasını zorunlu kılıyor, yani bilim adamı zamanla, çevre gelişmesine ayak unydurarak değişebilmeli.
Archetype türünde bağlılık olmamalı, aşmalı.
Gödel diyorki bugünkü bilimde kullanilan, tohumlar niteliğinde olan temel teoriler, kanıtlanamaz niteliktedir. Bu teoriler umulanı alır ve umulanı
gerçeğe dönüştürür nitelikteydi der. Bu şekilde Gödel aynen Jung'un psikoloji biliminde bahsettiği "archetype" lerin bilimin her dalında olduğunu söylemektedir.
Gaston Bachelard da bilimin önünde bilim adamının subjektif haliyle bir engel olduğunu söylemektedir.
Ancak tam bir objectif görüş; yani öntargılardan tamamiyle sıyrılmış bir insan olmak mümkün birşey değildir. Bir bilim adamı sonuçta bir otomat, makine veya bilgisayar değil, duygulari ve yasamındaki iyi ve kötü anılarıyla var olan bir varliktır.
Bununla ilişkili olarak Herbert Simon rasyonalizmin hayali bir ideal olduğunu .
söylemiş ve sınırlı rasyonellik kavramıni ortaya koymuştur. Sınırlı rasyonellik, bir insanın tatmin edici bir çözume gitmesi manasına geliyor. Yani insan bir problem karşısında tüm olası çözümlere ulaşmaya çalışmıyor. Tüm olanaksızlar elendikten sonra, ilk tatmin edici olasılığa ulaştığinda kişi bunu seçiyor. Yani kişi ikinci ve üçuncü veya daha fazla tatminkar verilere ulaşmaya çalışmiyor diyor Simon.
Buna istinaden bilim adamları "sınırlı rasyonellik" ile sonuçlara ulaştığı söylenmelidir. Gödel'in matematiğin esaslarının "kanıtlanamaz, ama doğruymuş diye bir yargı ile konulmuş başlangıç premis" 'lerine dayandığını burada tekrar hatırlayalım. Yani Bilim yolunda ilerlediğimizde başlangıçta doğru diye kabul ettiğimiz premisleri sorgulamanın, gerekirse bunları değiştirmek, silmek, yerine yenilerini eklemek gerektiğini bilmemiz ve uygulamamız gerekiyor.
' "Sınırlı rasyonellik" ile sonuçlara ulaşmak' sadece bilim adamları değil, bir dernek başkani, bir beyaz yaka memur, bir temizlik çalışanı veya bir cumhurbaşkanı içinde geçerli olan bir husus.
Bunun sebepleri pek çoktur ama eski ABD dışişleri bakanı ve eski general Collin Powell'ın buna en makul açıklamayı.vermiş Powell diyor ki: " savaş esnasında bilginin %60 ını elde ettikten sonra stratejilerini belirlersin. Eğer elindeki bilgi %60 altında ise, az bilgi toplamışsındır, eğer %60 'dan daha fazla bilgi toplamaya çalışirsan artık çok geç kalmış olursun." Demek ki "sınırlı rasyonellik" stratejik olarak seçilmesi zorunlu olan bir yol, ne altındaki bir seviye ne de üstündeki seviye tercih edilemez.
Eski ve yeni dünya'da araştirmalarda, zaman, para ve başka pek çok kaynak insanlığı bu yola itmiş olması bir başka açiklama olabilir. Bu açıklama da, Colin Powell'in bahsettiği husus ile eşleşiyor geliyor.
Buna rağmen Jung'un bahsettiği "archetype" lere olan bağlılığımızı aşmak mümkün olduğunu gösteren birçok örnek mevcut. İlk örnek Gauss'un hikayesi; sana söylenecek önyargıları bilmeden, dinlemeden, duymamazlıktan gelerek, bir işe giriştiğinde onu çözebilirsin.
Gauss'un hikayesi şöyle: bir gün Gauss okula geç gelir. Ders matematik dersidir. Sinıfta sessizlik ve endişe vardir ve herkes kağıda birşeyler karalamaktadir. Gauss hemen sırasına geçer. Yanındaki arkadaşına sorar: "tablodaki ne?". Arkadaşi cevap verir: " ögretmeni kızdırdık. Ceza diye bu formülü çözmemizi söyledi". Gauss bunu bir normal sınıf ödevi olarak algılar ve galiba yarım saat içinde çözer ve kağıdını öğretmene verir. Ve Gauss matematikte hiçbir matematikçinin çözememiş olduğu bir devrim niteliğindeki çözümü böyle geliştirmiştir. Eğer ki Gauss sınıfa yarım saat önce gelseydi, öğretmeninin şunu söylediğini duyacaktı:"hiç bir matematikçinin çözemediği formülü buyrun siz çözün çocuklar!". Bu önyargıyı duysaydı, problemi çözmeye çalışmayabilirdi.
Gauss'un örneği kelebek etkisi yani kaos teorisi ile eşleşen bir durumda, başlangıçtaki veriyi değiştirdiğinde bu sonraki herşeyi değiştirebilir.
Kelebek etkisi belki insanoğlunun "archetype" 'lere dayanamasını belki açıklayabilir de: insanlar baştaki veriyi değiştirmeyip, gelenekler ve ritüeller ile "baştaki veriyi" tekrarlayarak, öngörülemeyen gelecek buluşları, ve değişimleri engelleyebileceklerini düşünüyor olabilirlerdi. Arkeoloji bilim dalındaki olanların bu yaklaşımı kullandıklarını hep okudum sanki. Antik, ortaçağ, rönesans ve modern zamanın toplumlarında (bugün), "öngörülemeyen gelecek buluşlar, ve değişimler" tanrıları veya tanrıyı kızdırmak olarak algılanıyor. Siyasetçilerin ve din adamlarının (din adamları da exelden beri siyasetin hep parçası olmuşlardır) ritüellerin ve geleneklerin değişmesini istemiyorlar.
Bu archetype'in sebeplerinin açıklaması bize şu soruyu sorduruyor; acaba siyasetin içine bulaşmış bir takım bilim adamları da bu sebeple mi "tanrıları kızdırmamak" için buluşların ve değişimleri getirecek buluşlara ulaşamıyorlar? Gödel'e göre bakarsak, bilim adamları bu hatayı yapıyorlarsa bile bilmeyerek yapıyorlar: ilk premisleri kimse sorgulamıyor, "diğer bilim adamları kabul ettilerse ben de kabul etmeliyim" diye bilim adamları bu ilk premisleri kullanmaya devam ediyorlar. Sosyal bilimlerde tanrıları kızdıranlar bu ilk premisleri değiştirenler oldular: Durkheim, Max Weber, Wilfredo Pareto, hatta Auguste Comte, Freud, Jung, Adam Smith, Keynes, Taylor, Elton Mayo ve daha pek çoğu. Demek tanrılar hep kızdırılıyormuş, ve bu da aslında "kızdırılmak" da değilmiş. Çünkü bilimlerdeki ilerleme dünyanın sonunu hiç getirmedi. Bunu daha fazla konuşmak siyasete girer; güç ve çekişmeleri konuşmayı gerektirir. Ben bu konulara girmeyeceğim.
İkinci örnek, veya metoda gelelim. Burada Bachelard'ı esas alacağım. Bachelard diyordu ki: " eğer ki bir bilim adamı marslı imiş gibi bilimsel problemlere bakarsa, işte o zaman dünya tarihinde var olmayan yeni bir görüş açısi ile sorunlara yaklaşabilecektir.". Buna göre herkes Gauss gibi şans eseri bir konuya sonradan dahil olamıyacağına göre, o zaman başka yöntem bulmak gerekir diyor bir şekilde. Bu yönteme göre, bilim adamı olaylara öyle şekilde yaklaşmalı ki, bu dünya'da ne kendisinin bir geçmişi ne de herhangi bir yakını, bir anısı olmadığı şeklinde düşünmeli.
Bachelard'ın bu yaklaşımını Matrix trilojisinin ikincisinde söylenen şu söz ile ilişkilendirebiliriz. "elindeki kaşığı bükebilmek için şunu kendine söylemelisin: kaşık yok". Görme duyumuz beynimizdeki anılarla objelere türlü özellikler veriyor. Biz de o özelliklere göre o objeye davranıyoruz: "elimdeki kaşık sert, soğuk, parlak demek ki metalden yapılmış". Neo, ona öğretilmiş geleneklere göre, kaşığın metalden yapılmış bir varlık olduğu düşüncesini kabul eder, ve buna göre zihniyle bir metak kaşığın bükülmeyeceğini "doğal" zannettiği şekline göre "bilir". Esasında kendisi matrix'in içinde olan insan görünümlü bir yazılımdır, kaşık da bir yazılım ile var olan bir sanal objedir. Kaşık gerçekten de yoktur, o zaman kaşığın bükülmesi matrix'le oynamyarak mümkündür.
Bachelard'da "marslı gözüyle dünyaya bakmak gerekir" derken bunu diyor esasında. "İki bacaklı çok akıllı çıplak maymunların bir cinsi olan varlıklar, yanma özelliği olan siyah renk, 'fosillerin değişimi ile oluşmuş' diye söyledikleri bir sıvıyı yakarak türlü şeyler yapabilmişlerdir.". Bir Marslı konumuna geçerseniz, 'petrolü' ve onu 'yakıt olarak kullanmayı' daha da irdeleyebilirsiniz.
Bu metodlar ve be sebepler ile, bilimsel gelişme bugün keskin metodlara artık bağlanmamaktadır. Tesadüfler, kazalar ve metod dışı davranmalar belki de bu sebepler dolayısıyla, bugün artik bilim dunyasında yadırganmıyor.
Aldous Huxley bir halüsinojen kaktüsden bahseder. Bunu tüketen kişilerin algılarının çok farklılaştığını söyler. Buna istinaden de şu cümleyi sarfeder:"Eğer ki insanın algı kapıları tümüyle açık olsaydı, dünya insana olduğu gibi görünürdü. Yani sonsuz!". Her türlü unsuru bilimde sonsuzluk çerçevesi içinde nasıl alırız? küçükten büyüğe giden kartopu etkisi gibi düzenle mi: mesela quantum'dan başlayıp maddenin gözle görünen haline kadar bir yola mı girmeli. Yoksa bu Napolyon'un Waterloo'daki savaşı kaybetmesini dinozorların göktaşı ile yokolmasına bağlamak gibi bir şey mi olur? Bugünkü bilgisayarlar bile sonlu veriler ile yapay zeka ile bir sonuca ulaşırken, insan aklı sonsuz veriyi nasıl harmanlayıp herhangi bir bilim dalında bir sonuca ulaşabilir? Sonsuz büyük ile mi yoksa sonsuz küçüğe doğru mu yoksa ikisini birden alarak mı ilerleyeceğiz? her obje sonsuz ise, insan derisinin dış sınırı ile ele değen suyun sınırı yok mu diyeceğiz?
Cevap olgular değil de mesela her şeyi sistemlere bağlamak gibi bir anlayışa dayanmak olabilir. Bunu daha açıklamak için bir yazar ve teorisi ile olaylara yaklaşalım. Mesela, Bertrand Bertalanfy'nin "sistem teorisi" gibi teorilere daha çok dayanarak objeleri etüt edeceğiz gibi gözüküyor. Bu olanaksız ve yeni bir yol değil de, olayları sonsuzluğua bağlamak aslında yapılmaya da başlanmış bir şeymiş gibi gözüküyor.
Bunun imkansız bir yol olmadığını kanıtlayan bir yaklaşım da Carl Sagan'dan geliyordu. Carl Sagan, universitede verdigi her fizik dersine bir bilim kurgu yazarinı seminer vermek üzere çağırırmış. Sebebi ise şuymuş:" bilim kurgu romanlarındaki herşey bugün bilimsel verilere ve araştırmalara dönüştü" diyormuş. Einstein'ın dediği gibi: "hayalgücü olmayan bir bilim adamı, bilim adamı değildir.". Bu iki bilim adamı yaklaşımına göre sonsuzluk olgusunu bilime yaklaştırmanın farklı yöntemleri var, ve bu yöntemleri onlar kullanmışlar da. Hayal gücü gelenekler ve kabuller ile başlamaz, hatta bunlarla bie devam etmez, çünkü hiç bir zorunluluk altında değil. Sonsuzluk karanlık siyah bir bilinmeyen değil de, bilinebilen banal alelade ve sınırları çok kolayca çizilebilen dandik bir şeymiş gibi bakıldığında, bir çocuk oyuncağından farksız olacaktır; esrarengiz değil, basit bir "a" harfi içine sığdırılılabilecek, basit içerikli bir husustur. Sonsuzluğu büyüten erişilmez yapan şey "archetype" 'ler , yargısız kabul edilmiş ilk "premisse" 'lerdir. Yani "tanrıları kızdırmak" istemeyenlerdir; değişimlerden korkanlardır.
Son söz şu olmalı: insanlar ne bilim akıl ve bilgeliğin içine kısılip kalmamalı, ne din veya başka hurafeler ile bilim yolundan kaçmamalı, ne sanat ne de teknoloji gibi unsurları bilim dışı görmemeli. Hayatın birbirine geçmiş düzenli kaos'una insanlar daha farklı yaklaşmalı.